Yetmiş yıl önce, 1916 Haziranında, Haşimi Araplarının önderi Mekke Emiri Şerif Hüseyin Ibn-i Ali, kendisine, "Arapların bağımsızlığını sağlaya­cağını iddia eden İngilizlerin kesin olmayan sözlerine kapılarak, bağlı bulun­duğu Osmanlı Sultan-Halifesine karşı ayaklanıyor ve Halifeliğin Hıristiyan devletlerce bölünmesine araç oluyordu, İngiliz yazan Robert Lacey'in deyi­mine göre, "onun (Hüseyin) akımı, bir Arap ayaklanmasından çok bir İngiliz-Haşimi komplosu" idi (1) ve bir milyon Sterline yaklaşan İngiliz altınlarıyla finanse edilmiştir (2).
Bununla birlikte, Cidde'deki İngiliz Konsolosu Reader Bullard'ca "kurnaz, yalancı, safdil, kuşkucu, inatçı, kendini beğenmiş, kibirli, bilgisiz, arsız ve gaddar bir Arap şeyhi" (3) olarak gösterilen Şerif Hüseyin'in, kimi Müslüman bilginlerince Islama karşı "ihanet olarak nitelenen davranışları ona bir çıkar sağlamadığı gibi onu tahtından da yoksun bırakmıştır. Böylece, İslâm arasında bugün bile etkisinden bölgenin acı çektiği en büyük bölünmeye neden olan Şerif Hüseyin, bunu pahalıya ödemiştir. Impact International dergisine göre, "Osmanlı Halifeliğine karşı ayaklandıktan günden bu yana, Arapların kendi kendilerini yıkmak sendromu sona ermemiştir"(4).
Haşimi Arap ayaklanmasının baş rolünü "Arabistan'ın 'El Aurens'i" olarak bilinen Thomas Edward (Ned) Lawrence oynamıştır. Kimi yerel Araplarca "altınları taşıyan adam"(5) olarak anımsanan Lawrence ölümünün 50. yıldönümünde, İngiltere'nin Dorset iline bağlı Moreton köyünde, 19 Mayıs 1985'de, kendi yandaşlarınca anılmıştır. Buna ilişkin olarak 20 Ma­yıs 1985 tarihli The Guardian adlı İngiliz gazetesinde yayınlanan bir habere göre, Lawrence'in mezarı üzerinde, "ihanete uğramış milyonlarca Arap adı­na" ve SM simgesini taşıyan bir yazı bulunmuştur. Bu yazıda şunlar da belir­tiliyordu:
"Biz Araplar için büyük düşleriniz (rüya) vardı ve biz de, sizin ve yönetiminizin yardımlarıyla, yalnız Osmanlıdan özgürlük kazanmak­la kalmayıp, aynı zamanda, 500 yıllık işgalden sonra, bir ulus olarak kendi hüviyet ve gururumuzu yeniden sağlayacağımızı umut etmiş­tik. Heyhat, Aurens, ölümünüzden 50 yıl sonra, bugün Arap dünya­sı, savaşlarla, komplolarla ve bölünmelerle kaynıyor ve geleceğimiz karanlık görünüyor..."
Ölümünden 51 yıl ve Arabistan'da Osmanlı Halifeliğine karşı patlayan Haşimi ayaklanmasının ilk kıvılcımından 70 yıl sonra, yansız araştırmacılar, Lawrence'ın bu ayaklanmadaki rolü veya buna yaptığı katkıların karışıklığını hâlâ çözmeye çalışıyorlar. Lawrence'ın yandaşları onu Arap halkının "kurta­rıcısı" olarak tanrılaştırmaya yeltenirken, muhalifleri, onu, geçmişi belirsiz ve Arap savına bağlılığı kuşkulu "İrlandalı bir haylaz" olarak aşağılamaktadır­lar. Ayrıca, muhasımları, örneğin Richard Aldington (6) adlı İngiliz yazarı, onu bir homoseksüel olarak da nitelendirmektedir, ama bunu kanıtlayacak pek delil yoktur(7).
Lawrence'la ilgili birçok yayımlar, özgeçmişi, yayımlanmış mektupları, İngiliz Devlet Arşivi (Public Record Office) korunan Dışişleri, Savaş ve Sömürgeler Bakanlıkları ve İngiliz Kabinesi belgeleri ve çeşidi arşivlerde araş­tırmacılara açılan ona ilişkin öteki birçok kaynaklar, Lawrence'ın kişiliğine ve çalışmalarına epeyi ışık serpmektedirler. Bununla birlikte, onun öğrenci ola­rak bulunduğu Oxford'daki Jesus (İsa) Kolejinde o sıralarda uzman-araştırmacı (Emeritus Fellow) olan John Griffith, aradan bu kadar zaman geçmiş ol­ması dolayısıyla, böyle bir "hayran edici ve aldatıcı (illusive) kişi" hakkında tam olarak objektif bir karara varma olanağından kuşkulu bulunduğunu açıklamıştır(8).
Thomas Edward (Ned) Lawrence, 16 Ağustos 1888'de, İngiltere'nin Galya bölgesine bağlı Caemarvonshire ilinin Tremadoc kasabasında, evlilik dışı bir çocuk olarak dünyaya geldi. Babası, yarı İngiliz yan İrlandalı toprak ağası Sir Thomas Chapman ve annesi, onun metresi ve kızının mürebbiyesi olan, yan İskoçyalı Sara Maden idi. Lawrence, 1909'dan beri Araplarla ilgileniyor; arkeoloji kazılarına katılmak amacıyla 1911'de Trablus'a gidiyor; kazıların sona erdiği her mevsim sonunda çoğu kez Arap giysilerine bürünerek çevre­de dolaşıyor; Arapların ve yerel Müslüman aşiretlerinin aralarında yaşıyor­du (9). Onun Arap halkına karşı olan ilgisi ve Türklere karşı olan beğenmezliği, 1912-3 Balkan savaşları sırasında açıklanıyordu. Lawrence Trablus'dan 5 Ni­san 1913'de Bayan Reider'a gönderdiği mektupta şöyle diyordu:
"... Türkiye'ye gelince, Türkler aşağı! Ama korkarım ki onlarda ha­yat değil, yapışkanlık var. Onların kayboluşu, bir zamanlar iyi yöne­tim yetenekleri olan Araplar için bir fırsat oluşturacak"(10).
1914 yılı başlarında Lawrence, arkeolog Sir Leonard Wolley ve Yüzbaşı S. F. Newcombe, Filistin Keşif Fonu (Palestine Exploration Fund) hesabına, Gazze ile Akebe arasındaki bölgeyi gezerek oranın haritasını çizmeye çalışır­ken, Süveyş'in doğusunda, Türk hududunda bulunan kuzey Sina'yı keşfedi­yorlardı. Onların bu keşfi, Mısır'daki İngiliz Yüksek Komiseri (daha sonra Savaş Bakanı) Lord Kitchener'ce planlanmıştı ve o sıralarda Yüzbaşı Newcombe'nin yapmakta olduğu stratejik araştırmayı kamufle etmek amacını güdüyordu; ama bunun askeri bir oyun olduğunu sezen Türkiye, İngilizlere çok kırılmıştı(11).
1914 yılı Ağustosunda Birinci Dünya Savaşı patlayınca, Lawrence, Savaş Bakanlığının Londra'daki harita bölümünde bir sivil işgüder olarak görev alı­yor, ona, Sina'nın askeri bir haritasını yapmak görevi veriliyordu. 18 Eylül 1914'de Oxford'dan Bayan Reider'a görderdiği mektupta şöyle diyordu:
"... Türklerin savaşa girmek niyetinde olmadıklarını korkuyla seziyo­rum, çünkü onları Küçük Asya'ya sıkıştırmak(12) ve dahası, orada bile vesayet altına almak bir gelişme olacaktır. Herşey, Enver'in yeniden başı boş bırakılmasına dayanır...",(13).
1914 Aralığında teğmenliğe yükselen Lawrence, Kahire'deki İngiliz is­tihbaratında görevlendiriliyor; savaş tutsaklarını sorguya çekiyor; haritalar çiziyor ve Türk hatlarının ardındaki ajanlardan gelen bilgiyi inceliyordu. Aynı zamanda, Orta Doğu'da, Arapların da katılmalarıyla Türkiye'yi yenmek amacıyla bir strateji planlıyordu(14). Bu arada, Kahire'de yeni kurulan Arap Bürosu'na atanmasını sağlıyor; bu yeni görevinde, arkeolog dostu D. G. Hogarth'a gönderdiği 18 Mart 1915 tarihli mektubunda şöyle diyordu:
"(Türkiye'nin merkezi Konya'ya taşındıktan sonra) İstanbul'u yitiren Türk'ün bir rönesans geçirmesini beklemeliyiz kanısındayım. Askeri açıdan daha korkunç, ama siyasi bakımdan daha zayıf olacaklardır" (15)
Bir ay kadar sonra (20 Nisan 1915'de) yine Hogarth'a gönderdiği bir yazıda şöyle diyordu:
"... Zavallı yaşlı Türkiye, birliğini zor sürdürüyor. Herkes, onun son zamanlardaki parlak başarılarından daima söz eder, ama gerçekte çok acınacak bir durumdadır. Onunla ilgili herşey oldukça mide bulandırıyor ve onun varlığına son vermenin iyi olacağına inanasım ge­liyor, ama bu bizim için uygun olmayacak..."(16)
Bir süre sonra, Lawrence, İngiliz Savaş Bakanlığınca gizli bir görevle Mezopotamya (Irak)'ya gönderiliyordu. Küt-ül-Amara'da İngiliz Generali Townshend'in ordusunu saran Türk Generali Halil Paşa'yla pazarlığa girişmesi için, Savaş Bakanlığınca gönderilen gizli öneriler taşıyan Lawrence, Aubrey Herbert adlı bir İngiliz ile birlikte seyahat ediyordu. General Townshend, kendisini saran Türkleri para karşılığında satın almayı düşünmüş, bir plan hazırlamıştı. Irak'taki İngiliz orduları komutanı General Lake bu planı kabullenmiş, İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener de bunu uygulamıştı. Oy­sa Irak'taki İngiliz subaylarının çoğunluğu, onur kırıcı olarak nitelendirdikle­ri bu plana karşı çıkmışlardı. İngiliz siyasi işgüderlerinden Sir Percy Cox da bu planın, İngiliz saygınlığı açısından, İngiliz garnizonunun tesliminden da­ha kötü olduğuna değinerek buna karşı çıkmıştı. Lawrence ise, Türklerin İn­giliz önerisini kabullenmeyecekleri için planın olanaksız olduğuna inanıyor­du. Bunun birlikte Albay Beach, Aubrey Herbert ve Lawrence, Halil Paşa'yla görüşerek, sarılmış bulunan İngiliz garnizonunu serbest bırakması için ona ilkin bir milyon Sterlin, kabullenmezse, iki milyon Sterlin rüşvet önermeye gönderilmişlerdi. Halil Paşa bu İngiliz önerisini tiksintiyle reddetmekle kalmıyor, bunu haber olarak çevreye yayıyor ve İngiliz saygınlığına büyük bir darbede bulunuyordu.
Bu arada Lawrence, Irak'taki Arapları Türklere karşı ayaklanmaya kışkırtmak ve onların İngiliz ordusuyla işbirliği yapmalarını sağlamak umu­duna kapılıyor, ama bunda başarı sağlayamıyordu. İngilizlerin Hindistan ordusundaki subaylar, Araplarla bağlaşık olmayı ancak en son çare olarak görüyorlardı(17). Bundan başka, Osmanlı İmparatorluğu çok güçsüz sayılıyor­du. Genç Türklerin (İttihat ve Terakki) erke geldikleri 1908 yılı Temmuzun­dan bu yana vuku bulan birçok savaş, istilâ ve ayaklanmalar sonunda Türki­ye, geriye kalan Balkan illerinin hemen hemen tümünü yitirmiş; Trablusgarp'taki (Libya) topraklan İtalya tarafından gaspedilmiş ve Girit üzerindeki egemenliği, bu adanın Yunanistan'la birleşmesiyle elden çıkmıştı. Türk subaylarının ulusal lâikliği, okumuş genç Arapları da aynı duygulara sahip ol­maya kışkırtmıştı. Ansızın, Osmanlı İmparatorluğu'nun Arap illeri de sarsın­tı geçirmeye başlıyordu. Gerçi Şam ve Bağdat'taki entelektüellerin ve ordu subaylarının ulusalcılığı, Arabistan yarımadasına dek yayılmamıştı, ama bir Arap dirilişinden söz etmek bile tüm Ortadoğu'da uluslararası rekabetlere yeni bir güç katmıştı.
Türkiye, Almanya'dan yana Birinci Dünya Savaşına girdiğini açıklar açıklamaz, İngilizler, Ortadoğu'daki çıkarlarını korumada ve Türk ordularını hırpalamada faal rol oynayacak Arap bağlaşıklar aramaya koyuldular. Bu amaçla, Necd yöneticisi İbn-i Suud'un yeni düşmanı ve Haşin aşiretinin önderi Şerif Hüseyin İbn-i Ali'yi seçtiler. İngiliz tarihçilerinden David Hol­den ve Richard James'in "küçük, kendini beğenmiş ve düzenbaz" olarak ni­telendirdikleri Şerif Hüseyin, İngiltere'nin kışkırtmasıyla, daha sonra "Arap isyanı" olarak anılan akımın önderi oldu(18).
Tüm 1915 yılı süresince, Şerif Hüseyin, Araplara bağımsızlık verileceği gibi belirsiz İngiliz sözleriyle aldatılarak, Osmanlı Halifeliğine karşı ayaklan­maya kışkırtılıyordu. Kahire'deki Arap Bürosu'na bakılacak olursa, Mısır'da­ki İngiliz temsilcisi, henüz savaş başlamadan, Hüseyin ve oğullarıyla, özellik­le Abdullah'la ilişki kurmuştu. İngiltere Almanya'ya karşı savaşa girince, Dış­işleri Bakanlığı, Felt-Mareşal Lord Kitchener'in dileği üzerine, Kahire'deki İngiliz elçisine gönderdiği telyazısında, Türkiye ile savaşa girilirse, Şerif Hüseyin'in tutumunun ne olacağım soruşturması için Abdullah'a özel bir kurye göndermesini öneriyordu. Abdullah, yazılı olarak gönderdiği karşılık­ta, "Ülkemizin haklarını ve şimdiki Emirin kişisel haklarını korur... bizi herhangi bir dış saldırganlığa ve özellikle Osmanlılara (bahusus baş­ka bir kişiyi Emir yapmayı dilerlerse) karşı bizi destekler... ve bu te­mel ilkeleri İngiltere yazılı olarak güvence altına alırsa", İngiltere'nin Türkiye'ye yeğ tutulduğunu bildiriyordu.
İngiltere Dışişleri Bakanlığı, buna 31 Ekim 1914 tarihinde (yani İngiltere ile Türkiye arasında savaşın başladığı gün) verdiği karşılıkta, Abdullah'ın is­teklerini kabulleniyordu. Kahire'deki İngiliz temsilcisi Sir Henry McMahon, daha sonra yaptığı açıklamada, ana gayesinin, Osmanlı orduları safında çar­pışan Arap erlerin sadakatlerini sarsmak olduğunu bildiriyordu. O sıralarda (1915) şöyle düşünüyordu:
"Bu anda Gelibolu'daki Türk gücünün büyük bir bölüğünü ve Me­zopotamya (Irak)'daki gücün yaklaşık olarak tümünü Arap erleri oluşturuyor... Onların Türkiye'den kopmalarını haklı göstermek için, ileride kendilerine yardımda bulunacağımız yolunda güvence verebi­lir miydik? Bunu ivedilikle yapmam için bana buyruk verilmişti... Bu, hayatımda en üzücü tarih idi"(19).
İngiltere Dışişleri Bakanlığı, 31 Ekim 1914 tarihli telyazısında şöyle di­yordu:
"... Biz Türkiye'ce zorla kabul ettirilen bu savaşta Arap ulusu İngilte­re'ye yardım ederse, İngiltere, Arabistan'a dahili bir müdahale olma­masını güvence altına alacak ve Araplara, dış saldırganlığa karşı her çeşit yardımı esirgemeyecektir. Halifelik katını gerçek Arap soyundan gelen birisinin Mekke veya Medine'de üstlenmesi olasıdır ve böylece, şimdi vuku bulmakta olan tüm kötülükten, Tanrının yardımıyla iyi­lik doğabilir".
Bu alıntı, şu ekle birlikte, bir yazıyla Kahire'den Şerif Abdullah'a gönderili­yordu:
"Mekke Emiri, bu çatışmada Britanya'ya yardım etmeyi istiyorsa, Britanya, Şerifliğin hak ve ayrıcalıklarını tüm dış saldırganlığa, özellikle Osmanlılara karşı güvence altına almaya isteklidir..."
Şerif Hüseyin, 1915 yılı Temmuzunda Sir Henry McMahon'a gönderdi­ği yazıda, Britanya yönetimiyle bir anlaşma yapılması kesin önerisinde bulu­nuyor, şu koşullan öne sürüyordu:
"Yanlar, herhangi birine saldırabilecek yabana bir devlete karşı ko­yabilmek için, karşılıklı olarak yardımlaşma yönünden tüm yetenek­leriyle kendi ordu ve donanma güçlerini seferber edecek; her iki yan kabul etmedikçe barış kararlaştırılmayacak".
Bu koşullar, Şerif Hüseyin'in 5 Kasım 1915 tarihinde Sir Henry McMahon'a gönderdiği üçüncü yazıda şöyle vurgulanıyordu:
"Almanya ve Türkiye ile tek başına barış yapmayacak ve onları (Arapları) etkin biçimde destekleyip koruyacak olan İngiltere'nin kendi bağlaşıkları olduğunu öğrenince, Arapların ivedilikle savaşa girmeleri, genel çıkarları yararına olacaktır".
Sir Henry McMahon, Dışişleri Bakanlığından almış olduğu yönerge üzerine Şerif Hüseyin'e 13 Aralık 1915'de gönderdiği üçüncü yazısında şu güvenceyi veriyordu:
"Tüm Arap halklarını ortak savımızdan yana çekmek için hiçbir ça­bayı ihmal etmeyiniz ve onları, düşmanlarımıza yardımda bulunma­maya üsteleyiniz. Anlaşmamızın devamlılık ve gücü buna dayanır. Britanya'nın, Arap halklarının, Almanya'dan ve Türk tahakkümün­den özgür olmasını sağlayacak gerekli koşulu içermeyen bir barış yapmaya istekli olmadığını açıklayarak size güvence veririm."
Şerif Hüseyin, verilen bu teminatı, 1 Ocak 1916'da McMahon'a gönder­diği dördüncü mektubunda kabul ediyor ve o tarihten sonraki davranışı bu­nu vurguluyordu. Araplara verilen güvence, Hicaz Kralı unvanım alan Şerif Hüseyin'e gönderilmek üzere, Kahire'deki yeni İngiliz diplomatik temsilcisi Sir Reginald Wingate'e İngiltere Dışişleri Bakanlığınca 4 Şubat 1918'de gönderilen bir telyazısında şöyle tekrarlanıyordu:
Bağlaşıklanyla birlikte Majeste Kral Yönetimi, zulme uğramış ulus­ların kurtuluş savından yanadır ve Arap halkını, Osmanlı şiddetinin ve Türk yetkililerince kışkırtılan sun'i rekabetlerin yerini bir kez daha yasanın alacağı bir Arap dünyasını kurma mücadelelerinde destekle­mek kararındadırlar. Majeste Kral Yönetimi, Arap halklarının, özgürlüğe kavuşturulması konusunda daha önce üstlenmiş bulundu­ğu sorumluluğu yeniden doğrular".
Bu arada, bağımsız Arap devletinin hudutları sorunu da bu yazışmalara konu oluşturuyordu. İngiltere Dışişleri Bakanlığınca 14 Nisan 1915'de Kahire'deki İngiliz Yüksek Komiserine gönderilen bir telyazısında, İngiliz yöneti­mi şu açıklamalarda bulunuyordu:
"Arabistan yarımadasının bağımsız ve egemen bir devlerin elinde bu­lunması, barış koşullarının gerekli ilkelerinden biri olarak sağlana­caktır... ama bu devletin hudutları içine girecek olan toprakların ge­nişliğini bu evrede tam olarak saptamak olanaksızdır."
Toprak sorunu, ilk kez, 1915 yılı Temmuzunda Şerif Hüseyin'ce Sir Henry McMahon'a gönderilen ilk yazıda öne sürülmüştü. Şerif Hüseyin, bu mektubunda, Türkiye'ye karşı Britanya ile işbirliği yapmasının ilk koşulunu şöyle açıklıyordu:
"İngiltere, hudutları şöyle saptanan Arap ülkesinin bağımsızlığını kabullenmelidir: Kuzeyde Mersin ve Adana'dan, 37. derece kutup hat­tına, yani Birecik, Uda, Mardin, Midyat, Amatya Adası (Jezire, Amadia)’na oradan İran hududuna; doğuda İran hududu yakınlarından Basra Körfezi'ne; güneyde Hint Okyaıusu'na (Aden hariç - olduğu gibi kalacak), batıda Kızıl Deniz'i ve Akdeniz'i kapsamak üzere Mer­sin'e dek uzanan topraklar".
Sir Henry McMahon. 30 Ağustos 1915’te Şerif Hüseyin'e gönderdiği ilk yazısında, ona, bu konuda, bağlayıcı olmayan bir karşılık veriyor; Lord Kit-ehener'in sözlerini yeniden doğruluyor; hudutlar sorununun görüşülmesinin henüz "mevsimsiz" olduğunu öne sürüyordu. Şerif Hüseyin ona 9 Eylül 1915'te verdiği ikinci karşılıkta, durumun aydınlatılmasını istiyordu. Sir Henry McMahon, 18 Ekim 1915'te durumu Dışişleri Bakanlığına duyuru­yor; aynı gün, İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey'e gönderdiği özel bir telyazısında, Osmanlı ordusundaki ulusalcı Arap kuruluşlanndan birinin üyesi bulunan, Gelibolu'da İngiliz askeri hatlarına geçen ve Ekimde Mısır'a götürülen Faroki adlı Arap önderiyle yapmış olduğu ek görüşmelerin sonuç­larını bildiriyordu. Faroki'ye göre, Almanya, Arap partisine, tüm taleplerinin yerine getirileceği sözünü vermişti; dolayısıyla yolların ayrılık noktasına varıl­mıştı, Faroki ayrıca şöyle demişti:
"Fransa'nın tümüyle Arap ilçeleri olan Halep, Hama, Humus ve Şam'ı işgaline Araplarca silahla karşı konulacaktır, ama şu istisna ile ... Mekke Şeyhinin kuzey-batı hudutlarında yapılmasını önerdiği ki­mi değişiklikleri kabul edeceklerdir".
Sir Henry McMahon, 24 Ekim 1915'de Şerif Hüseyin'e gönderdiği ikinci yazısında şuna değiniyordu:
"Mersin ve İskenderun ilçelerinin ve Şam, Humus, Hama ve Halep ilçelerinin batısında bulunan Suriye topraklarının halis Arap ülkeleri oldukları söylenemez ve dolayısıyla önerilen hat sınırlardan çıkarıl­malıdır. Yukarıdaki değişikliklerle ve Arap önderleriyle olan andlaşmalarımızı ön yargıya tabi tutmak koşuluyla, bu hat ve sınırlan ka­bulleniriz —yukarıdaki değişikliklerle, Büyük Britanya, Mekke Şe­rifinin önermiş olduğu hat ve hudutlar içindeki ülkelerde Arapların bağımsızlığını tanımaya ve desteklemeye hazırdır".
Aynı zamanda Fransız çıkarları korunuyordu.
Şerif Hüseyin, 5 Kasım 1915'te gönderdiği üçüncü mektubunda, Mer­sin'le Adana'nın talep edilen hudutlardan çıkarılmalarını kabulleniyor, ama öteki topraklar üzerindeki hak iddalarında direniyor; bunlara daha sonra Lübnan'ı da katıyordu. McMahon, ona 13 Aralık 1915'te gönderdiği üçüncü mektupta, Şerifin Mersin ve Adana'yı talep ettiği hudutlar dışında bırakması­nı ve Hıristiyan Araplara güvence vermek önerisini iyi karşılıyor; Halep ve Beyrut illeri üzerinde tekrarlamış olduğu hak iddialarını geçiştiri­yordu. Şerif Hüseyin, ona 1 Ocak 1916'da gönderdiği dördüncü yazıda, Fransa'ya karşı olan hak iddialarında savaşın sonuna dek direnmeyeceğini, ama savaş sona erer ermez bunları öne süreceğini açıklıyordu. Şerif Hüseyin, bundan sonraki yazışmalarında, hudut sorununa hiç değinmiyor, ama hak iddialarını da asla geri çekmiyordu. Ancak, 29 Temmuz 1917'de Kral Hüse­yin Teğmen Lawrence'la görüşürken, hudut sorununa da değiniyor ve şöyle diyordu:
"Önerilirse, Türkleri İstanbul ve Erzurum'a dek kovalayacağız; öyleyse ne diye Beyrut, Halep ve Hail'den söz ediyorsunuz?"(20)
İngilizlerin vermiş oldukları bu sözlerle aldatılan Hüseyin ve Haşimi Araplar, 9 Haziran 1916'da Türklere karşı ayaklanıyor ve Kutsal Kent (Mekke)'teki küçük Türk garnizonunu tutsak ediyorlardı. Aynı yılın Ekim ayında Yüzbaşı Lawrence, İngiliz diplomatı Sir Ronald Storrs'la birlikte, deniz yoluyla Arabistan'a gidiyor; orada, Emir Hüseyin'in ikinci oğlu Şerif Abdul­lah'la Şerif Ali ve onun genç üvey kardeşi Zeyit'Ie, daha sonra da onların Me­dine yakınlarında bulunan kardeşleri Şerif Faysalla görüşüyordu(21).
Aynı yılın Kasım ayında Kahire'ye dönen Lawrence, kendi amirlerini, ayaklanan Şerife silah ve altın yardımı yapmaya ve Türklerden memnun ol­mayan şeyhleri, bağımsızlık emellerinde, ama genel bir askeri stratejinin çer­çevesi içinde, birleştirmeyi üstleniyordu. Kahire'deki İngiliz İstihbaratı 'nın başında bulunan General Clayton ona, Arabistan'a dönmesini emrediyor; oraya dönen Lawrence, irtibat subayı olarak Faysal'ın ordularına katılıyordu. Lawrence, İngiliz Kabinesinin bilgisi için hazırladığı 4 Kasım 1918 tarihli giz­li bir andında (memorandum), savaş patlayınca "lslâmı bölmeye" ivedilikle gereksinildiği görüşünü açıklıyordu. Ona göre, İngilizler, Arapça konuşan halkların kendi "dış yöneticilerine” karşı olan memnuniyetsizliklerinden yararla­nıyor; Mekke Şerifini bu akınım Önderi seçiyorlardı, çünkü onun İslâm dünyasını böleceğine; coğrafi durumunun, varlığım sürdürmesine yardımcı olacağına ve Araplar arasındaki önderliğinin aile saygınlığına dayandığına inanıyorlardı (22).
Lawrence, henüz başlangıç evresinde olan Arap ayaklanmasına kansan tek İngiliz subayı değildi; ama onun anlatmalarına inanılırsa, Arabistan yarımadasında, bu ayaklanmanın ivedilikle beyni, örgü deyicisi, askeri tetikçisi ve Kahire ile irtibatı oluyordu. Vur ve kaç taktiği kullanan gerilla harekâtları­na girişiyor ve böylece Türk hatlarının ardında, küçük ama gittikçe hırpalayıcı, ikinci bir cephe kuruyordu. Onun ilk büyük zaferi, çölde iki ay gittikten sonra, 6 Temmuz 1917'de ele geçirdiği, Kızıl Deniz'in kuzeyinde bulunan Akabe limanı olmuştur ve bu başarısından ötürü ona daha sonra yarbay rütbesi ve Mümtaz Hizmet Nişanı (Distinguished Service Order) verilmiştir.
Lawrence'ın da içtenlikle kabullendiği gibi, bu ve öteki harekâtlarda "(Osmanlı) İmparatorluğunun tüm uyruk illeri, bence tek bir İngiliz genci­nin ölümüne değmezdi"(23). Askeri kampanyalarını, pek az İngilizi tehlikeye sokarak yürütüyordu; ama bu ölçüsü, Arapları ve Türkleri kapsamıyordu; oysa ki, 24 Eylül 1917'de Akabe'den bir dostuna gönderdiği mektupta şöyle diyordu :
"... Türklerin bu biçimde hiç durmadan öldürülmeleri korkunçtur. Sonlara doğru saldırdığınız vakit, onları param parça olarak her yan­da buluyorsunuz ve birçoğunun hâlâ canlı olduklarını görüyorsu­nuz. Daha önce onların yüzlercesini halletmiş olduğunuzu ve yapabi­lirseniz yüzlercesini daha halletmek zorunda olduğunuzu anlıyorsu­nuz."(24)
Lawrence, 1917 ve 1918 yıllarının büyük bir bölümünü, Ortadoğu'daki İngiliz orduları başkomutanı General (daha sonra Lord) Sir Edmund Al-lenby'ın Kudüs doğrultusunda ilerlemekte olan gücüyle Arap akımlarım ko-ordine etmek deneylerine harcıyordu. 15 Temmuz 1918'de V. W. Richards adlı bir tanıdığına gönderdiği yazıda, "kökünden şiddetle koparılarak, kendi­sine oldukça büyük görünen bir görevin derinliklerine atıldığım, dolayısıyla herşeyin ona hayali göründüğünü" kabulleniyordu. Yalnız "bir fırsat hırsızı olarak" yaşıyor, bir anın getirdiği fırsatları ne vakit ve nerede görürse yakalı­yordu. Lawrence, bu konuda şu açıklamada bulunur :
"Görev, Türkiye'ye karşı bir Arap isyanı tahrik etmektir ve onun için de batılı olan dış görünüşümü gizlemek ve az da olsa Araplara ben­zemek zorundayım. Böylece kendimi bir çeşit yabana sahne üzerin­de, balo giysisi içinde, acayip bir dilde, gece ve gündüz aktörlük ya­pan birisi olarak görüyorum ve rolümü iyi oynamadığım takdirde, başımı yitirebileceğimi anlıyorum"(25)
Lawrence, başarıdan emin değildi ve bu konudaki duygularını şöyle yansıtıyordu :
"Darbeyi indirdiğimiz vakit, kazanacağımıza veya kaybedeceğimize kendimi bir türlü inandıramam. Herşey bir oyun gibi geliyor ve kişi, kendi hayallerine (gündüz düşlerine) inanamıyor..."
Buna karşın, Lawrence,"bir lale bahçesinden daha parlak" olarak nite­lendirdiği ve "çöllerin genç binicileri arasından seçilmiş", Arap aşiretlerine mensup kişilerden oluşan muhafızlarıyla hareket ederek,"çılgınlar gibi süre­riz ve Bedevilerimizle birlikte, habersiz Türklerin üzerlerine çullanır, onları yığınlar halinde tahrip ederiz... tüm hareket çok kanlı ve çirkindir. Hazırlı­ğı ve geziyi severim, ama fiziki olarak çarpışmaktan tiksinirim...", diyordu(26).
Bununla birlikte, Lawrence, kimi saldırılarda, örneğin 1918 yılı Eylülünde 4. Türk Ordusunun tahribine yol açan saldın sırasında, adamlarına, hiçbir esir alınmaması buyruğunu vermişti. Bu olay, 106 sayılı Arab Bulletin (Arap Bülteni)'nde canlı bir dille anlatılmaktadır. Lawrence'ın, bu gad­dar davranışını mazur göstermek için ileri sürmüş olduğu iddiaya göre, güya Türkler, Tel Arar köyünün tüm sakinlerini katliama tabi tutmuşlar, buna misilleme olarak 5.000 Türk eri öldürülmüş ve Lawrence'ın anlattığına göre, "boğazlamaktan yorgun düşen Auda Abu Tayi, son kalan 600 kişiyi tutsak etmiş". Gene Lawrence'ın iddia ettiğine göre, çoğu kez, kendisinin "askeri gerek" olarak nitelendirdiği bir durum, onu, "düşmanı" katliama tabi tutma­ya ve dahası, Türklerin ellerine düşmemeleri için kendi yaralılarını öldürme­ye zorlamış(27).
Savaşın son aşamasında Lawrence'Ia Arap çetecileri, 30 Eylül 1918 akşa­mı, karışıklık içinde bulunan Şam'a girdikleri an, Lawrence, zafer anında hi­ziplere bölünen Araplara ilişkin kendi emellerinin yenildiğini görüyordu. Onun anlattığına göre, Şam'da, Şükri el-Eyyübi ve kent konseyi (belediye), Arapların Kralını ilan ediyor ve "Cemal'le Mustafa Kemal ayrılır ayrılmaz...." Arap bayrağını direğe çekiyorlardı(28). Ancak, 1916 yılı Mayısında im­zalanan ve Osmanlı İmparatorluğu'nun Arap İllerini yüce devletler arasında bölüştüren, 1917 Kasımında vuku bulan ihtilâlden sonra Bolşeviklerce açıkla­nan Sykes-Picot Anlaşması, Araplara ihanet etmiş ve Lawrence'i tiksindirmişti.
Şerif Hüseyin, 28 Ağustos 1918'de Mısır'daki İngiliz temsilcisi Sir Reginald Wingate'e Mekke'den gönderdiği bir mektupta, kendi akımının temel amaçlarının, "Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasıyla çöküntü tehlikesi ge­çiren İslamın siyasal durumunu korumak" olduğunu; kendi ayaklanmasını ve İngiliz yönetiminin desteğini, ancak bunun pratik olarak gerçekleşmesinin haklı gösterebileceğini vurguluyordu. Meydana gelen yeni durumdan dolayı, kendisinin gelecekteki başarısı için "gerekli koşullar" olarak nitelendirdiği du­rumu İngiliz yönetiminin ne dereceye kadar desteklediğini öğrenmeyi isti­yor; İngiliz yönetimiyle yapmış olduğu resmi anlaşmanın, kendi anlamınca, koşullarını öne sürüyor ve bu koşullarda büyük ölçüde değişiklikler yapılma­sının, kendisini, Arap akımından çekilmek zorunda bırakacağım, aç..diyor; kendi alın yazısının, bir barış konferansınca değil de İngiliz yönetimince bir karara bağlanması umudunu dile getiriyordu.
Ama, Hüseyin'in şimdi öne sürdüğü koşulları İngilizler kabul etmiyor­lardı, çünkü Arap ayaklanmasından önce yazmış olduğu mektuplarda öne sürdüğü talepleri tekrarlıyor dahası, bunlara ek koşullar ilâve ediyor ve İngi­liz yönetiminin ona vermiş olduğu karşılıklarda imlediği ihtiyatları büsbütün görmezlikten geliyordu. Kendi amaçlarını yardım görmeden gerçekleştirecek yeteneğe sahip olmamanın ve başarısızlığa uğrarsa, Müslümanlarca, "aldatı­lan bir din bölücüsü" olarak eleştirileceğini hissetmenin kaygısı içinde kıvra­nıyordu. Wingate'e bakılacak olursa, o sıralarda Müslümanlar, Hicaz ayak­lanmasını ve İngilizlerin bu ayaklanmadaki rolünü kuşku ve beğenmezlikle karşılamışlardı. Onların görüşünce, bu ayaklanma, ancak basan sağlarsa haklı gösterilebilecekti; başarısızlık, İngiliz saygınlığına ve İngiltere'nin onlar­la olacak gelecekteki ilişkilerine ciddi zararlar getirecekti. Kral Hüseyin'in, "Arap akımının, faal önderliğinden çekilmesi, büyük bir felâkete yakın so­nuçlar getirecektir. "Yetkili tek kişiyi" kaldıracak ve Türklere karşı olan Arap askeri gücünü etkisiz aşiret savaşları biçimine koyacaktı. Bunu, daha geniş ölçüde yıkılma izleyecek ve bu da, her olasılıkta, Orta Arabistan'da bir çatış­maya yol açacak; İngiltere'nin rakipleri bundan büsbütün yararlanma yolu­na giderek İngiliz askeri harekâtını ciddi biçimde etkileyecekti. Hüseyin'e ye­niden güvence vermek ve onun tutumunu düzeltmek oldukça önemli idi. Wingate onun olanak içinde, desteklenmesini salık veriyordu (29).
Bu arada, hayal kırıklığına uğrayan Lawrence, 1918 yılı Ekiminde İngil­tere'ye dönmek üzere yola çıkıyordu, ama hareket etmeden önce, 4 Ekimde Binbaşı R. H. Scott'a Kahire'den gönderdiği bir mektupta şöyle diyordu:
"... Acayip, küçük bir gruptuk, ama Ortadoğu'da tarihin seyrini de­ğiştirdiğimizi sanıyorum. Güçlerin (devletler), Araplara, yaşamları­nı sürdürmeye nasıl izin vereceklerini merak ediyorum." (30)
Lawrence, 24 Ekimde İngiltere'ye ulaşıyor; altı gün sonra, İngiliz Kralı V. George Arap harekâtı sırasında verilen ve Resmi Gazete'de ilân edilen ni­şanlarını resmen tevdi etmek üzere onu huzuruna çağırıyordu. Ama Lawrence, Şövalyelik (Order of the Bath), Şeref Nişanı (Order of Merit) ve "Sir" unvanını da kapsayan tüm onurlardan vazgeçmesi için kendisine izin verilmesini di­leyerek Kralı şaşırtıyordu. Onun özgeçmişinin yazan Robert Graves'e de bildirdiği gibi, Arap isyanında oynamış olduğu rol, hem kendisi hem de ülkesi ve yönetimi için onursuzluk getirmişti. Ona verilen buyruk üzerine Arapları sahte ümitlerle beslemişti; şimdi ise, bu sahtekârlığında başarı sağla­mış olmasından ötürü kendisine verilmek istenen onurları kabullenme zo­runluluğundan sessizce muaf tutulmasını minnetle karşılayacaktı. Lawrence, ayrıca, İngiliz Kralının Bakanları, Araplara, "hak taleplerinde adilâne bir çözüm" sağlayıncaya dek, dürüst olan veya olmayanlarla mücadele edeceğini açıklıyordu(31).
31 Temmuz 1919'da, ordudan yarbay olarak terhis ediliyor; daha sonra, Kahire'den Londra'ya dek olan yolculuğunu süratlendirmek amacıyla, savaş sonrası ordu rütbesini "geçici" bir süre ile albay vekili olarak gösteriyor; 30 yaşında albay olmuşken, 34 yaşında rütbesiz olarak sivil hayata dönüyordu. Bu arada barış konferansı için hazırlanmaya başlıyor; bundan sonraki üç yılı Versay, Londra ve Kahire'de, Arap bağımsızlığı için mücadele ile geçiriyor; bu görevi, Arap harekâtı sırasında karşılaşmış olduğu güçlük ve tehlikelere oranla, fiziki, akli ve ruhi bakımlardan daha yorucu buluyordu. Arap halklarına kendi alın yazılarını çizme (self-determination) hakkı sağlayacağını umut ettiği Başkan Wilson'a çok güveni vardı; ama, (Arap giysisi giyerek katıldığı) banş konferansından büsbütün hayal kırıklığına uğramış olarak dönüyordu. Onun ve çarpışarak savaşı kazanan, ama uğrunda çarpıştığı herşeyin ihanete uğradığını gören kuşakların tiksinti ve acılığı, Seven Pillars of Visdom (Hikmetin Yedi Sütunu) başlıklı yapıtının, Oxford metninin giriş bölümünde yansı­tılmaktadır. Bu bölüm, İngiliz yazarı George Bernard Shaw'un önerisi üzeri­ne, kitabın okuyucular için yayınlanan metninden çıkarılmıştır.
Lawrence, bu önsözde şöyle sızlanır:
"... Kazandığımız başarı sonunda yeni dünya doğunca, eski adamlar yine meydana çıkarak, zaferimizi ellerimizden aldılar ve onu, yeniden, bildikleri eski dünyanın biçimine soktular...
Yeni bir ulus yapmak; dünyaya, yitirilen bir etkiyi geri getirmek; Sa­mi'lerden oluşan 20 milyonluk kitleye, ulusal düşünceleri adına, esinlenmiş bir hayalhane kurmaları için temel sağlamak amacını güttüm. Böyle yüksek bir amaç, onların akıllarında var olan asalete başvurdu ve onları, olaylarda cömert bir rol oynamaya zorladı ama kazandığımız zaman, Mezopotamya (Irak)'daki İngiliz petrol imtiyazlarının kuşkulu bir duruma girdiği ve Levant'taki Fransız sömürge çıkarlarının tahrip edildiği özürüyle itham edildim...
"Doğu'ya biraz onur, bir amaç ve idealler iade etmişsem; beyazın kır­mızıyı yönetmekle ilgili ölçüyü daha gerekli yapmışsam; o halkları, bir dereceye kadar, yeni uluslar topluluğuna (commonwealth) yerleştir­miş bulunuyorum ve orada, tahakküm edici soylar, zorbalıkla sağla­mış oldukları başarılarını unutacaklar ve beyaz, kırmızı, sarı, kahve­rengi ve siyah, hep birlikte dik duracak ve hiç bir yan bakış olmadan dünyaya hizmet edecektir"(32).
Ama Lawrence'ın böyle bir başarı sağlama ümidi, tüm hakların alın yazıla­rını kendilerinin çizmeleri ilkesi (self-determination) ne dayanacağı sanılan bir barış antlaşmasıyla görünürde ebediyen akamete uğruyordu.
Lawrence, 8 Eylül 1919'da The Times adlı İngiliz gazetesine bir mektup gönderiyor, ama bunun bir bölümü, yazı işleri müdürünce metinden çıkanlıyor; mektubun geriye kalan kısmı, 11 Eylülde yayınlanıyordu. Yazı işleri müdürü M. Steed'in anlattığına göre, metinden çıkarılan pasajda Lawrence, İngiliz yönetiminin, Araplara vermiş olduğu söze sadık kalacağına inandırılmış olduğunu ve Arapları, bu inançtan ötürü kışkırttığını açıklıyordu. Tüm yaptıklarından üzüntü duyduğunu, çünkü Araplara vermeye yetki aldığı sözü, İngiliz yönetiminin şimdi yerine getirmek isteğinde olmadığını, Arapla­ra ve İngiliz kamuoyuna duyurmak arzusunu dile getiriyordu(33).
Birkaç gün sonra, İngiltere Dışişleri Bakanlığı sorumlularından Cecil Harmsvvorth'e gönderdiği yazıda, Arap sorununun çözümü için kimi öneri­lerde bulunuyor; Çukurova (Kilikya)'da Fransızlara karşı işbirliği yapmak amacıyla, Mustafa Kemal'le Faysal arasında gizli bir anlaşmanın var olduğu­na inanıyor; şu görüşleri öne sürüyordu:
"Mustafa Kemal, oradaki Fransız davranışından kaygılanıyor; bu sı­rada İngiliz yanlısıdır, çünkü (Montagu, Amery ve Aubrey Herbert'ten oluşan) Türk yandaşlarımıza güveniyor; ama buna ilişkin olarak, Türkistan'daki Bolşevik ilerlemesinin dikkate alınmasını ümit ederim. Bolşevizmin islâm'da Vahabilik biçiminde belirmesi olanak­lıdır ve bize Mezopotamya (Irak)'da olduğu kadar İran'da da zararlı olacaktır..."
Daha ileride öne sürdüğü iddiaya bakılacak olursa, Mustafa Kemal'le Faysal arasında bir anlaşma yoktu, ama "Genç Araplar" partisine mensup kişiler, böyle bir anlaşmadan yanaydılar ve bir köşeye sıkıştırılmış olan Faysal, her­hangi bir yardımı kabule hazırdı. Lawrence, görüşlerini şöyle sürdürüyordu:
"Mustafa Kemal, Kilikya (Çukurova) veya Suriye'de harekete geçmek konusunda bir türlü karar veremiyor ve en ümitsiz veya en uygun ko­şullar dışında davranmayacaktır... Enver'e zarar vermek için Talât'ı kullanmayı hiç düşünüp düşünmediğimizi öğrenmek isterim. Onun anıları bize yararlı olacaktır. Mustafa Kemal, kendi akımında Enver'i bir bayrak gibi dalgalandırıyor. Doğal olarak, Mustafa Kemal, En­ver'den daha yeteneklidir, ama Enver'in kişisel çekiciliğine sahip de­ğildir"(34).
Lawrence, başarısızlığından sonra Oxford'a dönüyordu. Annesinin an­lattığına göre, o sırada, büyük ölçüde depresyon ve sinir yorgunluğu geçiri­yor, arada sırada, kahvaltı ile öğle yemeği arasındaki vaki i, yüzünde aynı ifa­de olduğu halde, hiç kıpırdamadan aynı yerde oturarak geçiriyordu. Bu ara­da Osmanlı İmparatorluğu, 1920 yılı Ağustosunda Türklere Sevres'de kabul ettirilecek bir antlaşma ile muzafferler arasında bölüştürülüyordu. Lawrence, 30 Mayıs 1920'de The Sunday Times gazetesine gönderdiği mektupta şöyle diyordu:
"Türk Antlaşması (Sevres)'nın koşulları, onları hazırlayanlarca ola­naksız olarak kabul ediliyor. Eski Türk İmparatorluğunun gerçek du­rumu veya onu bölmekte olan ülkelerin askeri ve mali güçleri dikkate alınmamıştır. Koşulları yapan her yan, alabileceğini, veya komşularının almasının veya kendisinin almasına karşı çıkmasının çok güç ol­duğu koşullan dikkate aldı; dolayısıyla, meydana gelen belge, yeni bir Asya kurmuyor; ancak, fatihlerin arsızlıklarını gösteren bir itiraf, hemen hemen bir ilândır. Bu antlaşmanın tek bir maddesi bile üç yıl yürürlükte kalmayacak; Alman antlaşmasından daha mesut olacak, çünkü değiştirilmeyecek (revizyon) - tümüyle unutulacaktır".
Hicaz Kralı Hüseyin de, bağlaşıklann Araplara yaptıkları işleme ilişkin ola­rak kendi görüşünü göstermek amacıyla, Paris'teki temsilcilerinin Sevres Antlaşmasını imzalamalannı yasaklıyor ve Uluslar Demeği (Cemiyet-i Akvam -League of Nations)’ne katılmıyordu.
Lawrence, 1920 yılı Temmuzunda The Times gazetesine gönderdiği yazı­da, o hafta Avam Kamarasında Ortadoğu'ya ilişkin olarak yapılan görüşme­ler sırasında, kıdemli milletvekillerinden birinin Mezopotamya (Irak)'daki Arapların, "iyi niyetli İngiliz güdümüne" karşın ayaklanarak silaha sarılmala­rına şaştığını belirttiğine değiniyor, şu yorumda bulunuyordu:
"Araplar, Türk yönetimi oldukça kötü olduğu için değil, bağımsızlık istedikleri için Türklere karşı savaş sırasında ayaklandılar. Efendileri­ni değiştirmek, İngiliz uyruğu veya Fransız vatandaşı olmak için de­ğil, kendi haklarını kazanmak için yaşamlarını savaşta tehlikeye koy­dular... İki yıldan sonra sabırlarının tükenmiş olmasına şaşmamak gerek... Kurduğumuz yönetim, İngiliz yönetimidir ve İngiliz dilinde yürütülmektedir. Bu yönetimi çalıştıran 450 İngiliz yönetici vardır. Onlar arasında Mezopotamya (Irak)da tek bir sorumlu yoktur. Türklerin günlerinde, hükümet hizmetinde bulunanların yüzde 70'i yerel kişilerden oluşuyordu. Oradaki 80.000 kişilik ordumuz, hudut­ları korumakla değil, polis görevi yapmakla uğraşıyor. Halkı, baskı altında tutuyorlar. Türklerin günlerinde, Mezopotamya'daki iki or­dunun yüzde 60'ını Arap subayları ve yüzde 95'ini öteki rütbelerdeki Araplar oluşturuyordu..."(35)
22 Ağustos 1920 tarihli The Sunday Times gazetesine, Lawrence, İngilizlerin "söyledikleriyle yaptıkları arasında kınanacak bir çelişme bulundu­ğunu" açıklıyordu. Ona göre, İngilizler, Türkiye'yi yenilgiye uğratmak, "Arapları, Türk yönetiminin zorbalığından kurtarmak" ve o ülkenin buğday ve petrol kaynaklarını dünyaya sağlamak amaçlarıyla Mezopotamya'ya git­tiklerini söylemişlerdi. Bu amaçlar uğruna yaklaşık bir milyon insan ve yüz milyon Sterlin tutarında para harcamışlardı. Lawrence, yazısını şöyle sürdürüyordu:
"Bizim yönetimimiz, eski Türk sisteminden de kötüdür. Türkler, barışı korumak amacıyla, askerliklerini yapan yerel erlerden 14.000 kişi­lik bir güç bulundurmuşlar ve yılda ortalama 200 Arap öldürmüşler­dir. Biz ise orada 90.000 kişilik bir güç, uçaklar, zırhlı arabalar, ganbotlar ve zırhlı trenler bulunduruyoruz. Bu yaz vuku bulan ayaklan­mada yaklaşık 10.000 Arap öldürdük... Bağdat'taki hükümet, ayak­lanma olarak nitelendirdiği siyasi suçlardan ötürü o kentte Arapları asıyor. Araplar bize karşı asi değillerdir. İsmen hâlâ Türk uyruğu­durlar ve ismen bizimle savaş durumundadırlar. ...Bu yaz, 10.000 köylü ve kendinin öldürülmesi, buğday, pamuk ve petrol istihsalini ne dereceye kadar köstekler? Kendi yöneticilerinden başka kimseye yarar getirmeyen bir çeşit sömürge idaresi adına milyonlarca Sterlinin, binlerce İmparatorluk askerinin ve onbinlerce Arabın feda edil­melerine daha ne kadar izin vereceğiz?(36)
Bu arada, İngiltere Başbakanı Lloyd George, Ortadoğu sorunlarını Dış­işleri Bakanı Lord Curzon'un elinden alarak, sömürgeler Bakanı Winston Churchill’e devrediyordu. Durumu daha önce Lloyd George'la görüşen Lawrence, Churchill tarafından siyasi danışman olarak atanıyor, ama, Araplara verilen sözlerin, Suriye'nin Fransız yetkisinde kalmasını önlemeyecek biçim­de yerine getirilmesi koşulunu öne sürüyordu. Churchill, 1921 yılı Martında Lawrence'la birlikte Kahire Konferansına katılıyordu. Ortadoğu'da İngiliz yönetimi ve askeri kuruluşlarının tüm sorumluları da bu konferansa iştirak ediyorlardı. Faysal, Mezopotamya (Irak) tahtına aday olarak gösteriliyor ve Haziran ayında Iraklılar tarafından büyük bir oy çoğunluğuyla kral seçiliyor­du".
Faysal'ın aday olarak gösterilmesinde Lawrence'ın büyük rolü olmuş­tur. Felt-Mareşal Vizkon (Lord) Allenby'ın 15 Nisan 1921'de Lord Curzon'a Kahire'den gönderdiği kapalı bir telyazısından öğrendiğimize göre, Lawrence, Irak'taki İngiliz güdümüne ilişkin olarak Faysal'la uzun sü­ren gizli bir görüşme yapıyordu. Faysal, ananhatları açıklanan genel politi­kadan övgüyle söz ediyor ve kendisinin bundaki rolünü yerine getirmeye söz veriyordu. Hicaz'ın bir Vahabi saldırganlığına uğramaması koşuluyla, İngi­lizlerin güdüm koşulunu ve Bin Suud'la dostluk ilişkileri kurmayı kabulleni­yor; aynı zamanda, kendi kişisel personeli arasında bir İngiliz danışman bulunmasını diliyordu. Bu konuda Lawrence daha sonra açıklamada bulunu­yordu:
"O (Faysal), Irak halkının sorumlu bir hükümet kurmaya henüz lâyık olmadığını ve her iş yerel nalları insafına terkedilirse, bunun bir felâkete yol açacağım kabulleniyor. Bazan kendi halkına karşı İngiliz yardımına gereksinme duyacaktır ve daimi bir garnizon bulundur­mak konusundaki görüşünün, sonunda kabul edileceğini ümit et­mektedir... Seçilmesi gerçekleşince, kendisi ile Bin Suud arasında bir dostluk anlaşması hazırlamasını Sir Percy Cox'tan dileyecek ve üçüncü yan olarak babası (Hüseyin)'nı da bu anlaşmaya katmak için elinden geleni yapacaktır. Abdullah, Hüseyin'in, bu denli bir anlaş­maya yanaşması için sıkıştırıldığı her vakit isteri geçirerek istifa ettiğini öne sürüyor; bunun güç bir iş olacağı konusunda beni uyarı­yor"(38).
Lawrence 1918 yılı sonlarında ve 1919 yılı başlarında, Fransa ile Suriye konu­sunda bir anlaşmaya varması için Faysal üzerinde etkisini kullanmak ama­cıyla, İngiltere Dışişleri Bakanlığınca kullanıldığı gibi, şimdi de, mali yardım konusunda Kral Hüseyin'le yapılan görüşmelerde aynı amaçla Churchill ta­rafından kullanılıyordu(39).
Lawrence, Sömürgeler Bakanlığında görevli iken, Kudüs'teki İngiliz Pis­koposu Dr. Mclnnes, Horace M. Kallon tarafından yayımlanan Zionism and World Politics (Siyonizm ve Dünya Politikası) adlı yapıtta geçen bir pasajdan çok rahatsız oluyordu. Kallon, sözü geçen yapıtında, Filistin'deki askeri ida­reden yakmıyor; idarecilerin, Musevilerin Filistin'e yerleştirilmelerini kabul­lenen Balfour Deklarasyonu'nu sabote ettiklerini ve bir olup-bitti biçiminde kendi programlarını uyguladıklarını öne sürüyor, şöyle diyordu:
"Bu konuda, yüksek rütbeli yetkililer arasındaki Musevi düşmanlığı­nın ve onların alandaki küçük rütbeli memurların bilgisizlik, ahmak­lık ve yeteneksizliklerinin rolü büyük olmuştur. Balfour Deklarasyonu'nun varlığının onlara resmen bildirilmemiş olması buna yardıma olmuştur, Albay Lawrence'ın Dr. Weizmann'a açıkladığı gibi, misyo­ner çıkarları bulunan Piskoposluk ilçesinin Musevilere karşı propa­ganda örgütlenmesi de buna yardımcı olmuştur".
İngiliz piskoposu, 15 Aralık 1921 'de Lawrence'a gönderdiği yazıda, ona (Lawrence'a) atfedilen demeci yalanlamaya çağırıyor ve aralarında yapılacak yazışmaları basında yayınlamak gereğini duyabileceğini bildiriyordu. Anlaşı­lan, Lawrence, piskoposa 2 Şubat 1922'de karşılık veriyor ve Filistin'deki İn­giliz Yüksek Komiseri Sir Herbert Samuel'e başvurmasını salık veriyordu. 10 Mayıs 1922'de bir açıklama yayınlayan Winston Churchill, "söz konusu ya­pıtın, Albay Lawrence Sömürgeler Bakanlığının bir üyesi olarak atanmadan önce yayınlanmış bulunduğunu ve dolayısıyla, yazarın ona atfetmiş olduğu görüşlerin bu Bakanlığı ilgilendirmediğini" bildiriyordu.
Piskopos, görüşünde direniyor ve 23 Haziranda Lawrence'a gönderdiği yeni bir mektupta, kendisine karşılık vermesini talep ediyor; yakında Lon­dra'ya ulaşacağım açıklıyordu. Lawrence, piskoposa karşılık olarak iki yazı müsveddesi hazırlıyordu, ama bunlardan aşağıdaki mektup gönderilmiyordu:
"Benim Dr. Weizmann'a verdiğimi üçüncü bir kişinin iddia ettiği demeci yalanlamamı istiyorsunuz. Bunu asla yapmayacağım. Yayın­lanmış bulunan ve bana atfedilen herhangi bir demeci hayatımda as­la yalanlamadım; şimdi sizin bu üç köşeli sorununuzda bunu yap­maya başlamak için baştan çıkarılamam. Zaten, kuşkulandığım gibi, sayın Piskopos, yalanlamalarını hem kendinizi temin etmek ve hem de, çizmelerini sizin ve ne de benim, siyaha boyamaya yetenekli ol­duğumuz Dr. Weizmann gibi büyük bir adam üzerinde zafer kazan­mak için istiyorsunuz..."(40)
Lawrence'ın Siyonistlerden yana ve Musevilerin Filistin'e göç ederek orada yerleşmelerini desteklediğini gösterecek pek az kanıt vardır, oysa ki, Süleyman Musa adlı Arap yazar, 1962 yılında Arapça yayınladığı T. E. Lawrence: Bir Arap Görüşü adlı yapıtında, Lawrence'ın Arap ayaklanmasındaki rolünü aşağılamakta ve onu, açıktan açığa bir Siyonist olarak nitelendirmek­tedir.
Lawrence, 1922 yılı yazında Sömürgeler Bakanlığından ayrılıyor ve savaş günlerindeki dostu, Hava Mareşali Sir Hugh Tranchard'ın gizli yardımıyla, 27 Ağustos 1922'de, herşeyden kaçıp uzaklaşmak amacıyla, John Hume Ross sahte adı altında İngiliz Kraliyet Hava Gücü (Royal Air Force)’ne kaydoluyordu. 18 Kasım 1924'de ise, Seven Pitiars of Wisdom (Hikmetin Yedi Sütunu) adlı yapıtının Oxford metninin kısaltılmış nüshasına bir önsöz kaleme alıyor; bu önsözde, İngiltere'nin Arap sorunundan elleri temiz olarak çıktığım iddia ediyor; şöyle diyordu:
"Kimi Arap avukatları (en çığırtkanların bırakışmadan sonra aramıza katıldılar) bu noktaya ilişkin hükmümü reddettiler. Can sıkan bir emekli gibi onlara yaralarımı gösterdim (her yara izi, Arapların hiz­metinde çektiğim bir sızıyı gösteren 60'dan çok yaram olmuştur); bunları, içtenlikle kendilerinden yana çalıştığımı kanıtlamak için gösterdim. Beni demode buldular ve ben hiçbir zaman hoş olmayan siyasi sahneden çekilmek mutluluğuna kavuştum"(41).
Lawrence'ın özgeçmişini yazanlardan biri olan David Garnett, onunla il­gili olarak şöyle der:
"Kendi kanaatimce, Lawrence'ın karakterinin en anormal özelliği, onun eza çekme iştiyakı, eza çekmeye hazır olmasıdır... Lawrence, birçok açılardan normal değildir ve onun için birşey yapmak oldukça güçtür! Basın mensupları, amatör gazeteciler ve fotoğrafçılar tarafın­dan takibata uğruyordu... Lawrence'ın unutulmayı istemeyeceği hiç kuşkusuz bir gerçektir. Bunca İrlandalının sahip olduğu kendini be­ğenmişliğe sahipti. Ama Lawrence'ın kendini beğenmişliği ile zulme uğrama kompleksi arasındaki sınırı çizmek olanaksızdır çünkü bu büyük ölçüde değişiyordu..."(42)
Lawrence'ın daha sonra kaleme aldığı mektuplar oldukça aydınlatıcı ve ilginçtirler; örneğin, 1928 yılı Şubatında D.G. Pearman'a Karaçi'den şu yazı­yı gönderiyordu:
"... Doğu'nun önemli ahengi daha da çabuklaştırılmazsa, herhangi iki Arap devletinin gönüllü olarak birleşmesi ancak birçok kuşaklar geçtikten sonra mümkün olacaktır. Onların gelecekteki tek ümitleri­nin birleşmekle gerçekleşeceğini kabullenirim, ama bu birbirine ya­naşma, olağan biçimde olmalıdır. Zoraki birleşmeler zarar getirir ve bu durumlarda politika; coğrafya ve iktisadiyattan önce gelmelidir. İller birleşmeden önce ulaştırma ve ticaret geliştirilmelidir.
Şimdiki durumda bir Arap İmparatorluğuna en çok yanaşan, İbn-i Suud'un ülkesidir. Onun bu icadı, kum üzerine kurulmuştur. Çölde istikrarlı hiçbir şey doğmayacaktır; esasen çöl, onun istibdadı gibi belki daha az liberal ama kanla yoğrulmuş yüzlercesini görmüştür; ama çökecektir"(43).
1 Mayıs 1928'de İngiliz Kraliyet Hava Gücü Mareşali Sir Hugh Trench-ard'a Karaçi'den gönderdiği mektupta, Vahabi akımı hakkında şu görüşleri yansıtıyordu:
"Fanatikler tarafından yanlış yola götürülen cesur, cahil ve hayvan Bedevilere üzülürüm. Dîn nazariyeleri şiddetle öne sürüldüklerinde ve davranışlara dikte etmeye başladıklarında şeytan oluyorlar... İbn-i Suud, iyi bir bölük komutanı idi, ama bir tabura komuta etmeyi bi raz güç buluyor. Çöl ve kentten oluşan iki dünyanın üzerinde otur­mak istiyor. Bu, uzun devrelerden geçen olaylar dışında, şimdiye dek yapılmamıştır. Faysal, 1918'de bunu denemeye kalkışmıştı ve ben onu bu görüşten vazgeçilmiştim. Arapça konuşan iki ilçeyi bile henüz birleştirebileceğinize veya federal bir biçime getirebileceğinize, dahası, tek bir istibdat haline getirebileceğinize inanmıyorum; buna karşın, îbn-i Suud, kendi krallığında bizim için tek kazançtır... Çölde ve Londra'da kararlı adamların sayısı pek azdır (44).
22 Elam 1929'da Profesör Yale'e Londra'dan gönderdiği mektupta, şöyle diyordu:
"Benim de katıldığım ve sözde İngiliz nüfuz bölgelerine ilişkin 1921-2 Winston Churchill uzlaşmasının, Araplara verilmiş olan sözleri onur­la yerine getirmiş olduğuna kesinlikle inanıyorum... Bunu 50 yıl ka­dar bırakınız. Irak üç kuşak boyunca terbiyeli bir gösteride bulunma­yı sürdürürse, Arap ihtilâli, değerini kanıtlamış olacaktır. Hayatımı­zın süresi içinde ne itibar ne de yüzkarası biçebiliriz: ben Öldükten sonra da kemiklerim umursamayacak...(45)
15 Mayıs 1930'da Frederic Manning'e Plymouth’dan şöyle hitap ediyor­du:
"... Sonuçta Arap akımına inanmadım; ama o günkü zaman ve me­kân açılarından onun gerekli olduğunu düşündüm. Bu akım, savaş­tan bu yana da haklılığım büyük ölçüde kanıtlamış bulunuyor­du..."(46)
28 Kasım 1934'de B. H. Liddell Hart'a York'tan gönderdiği yazıda şöyle diyordu:
"... Mustafa Kemal büyük bir vatanseverdi; 1931'den sonra ise ya­bana aleyhtarı oldu. Onun ulusalcılığı, Enver'in Alman yanlısı mey­line karşı mücadele etmek için kurulmuştu"(47).
Öldüğü ay içinde (6 Mayıs 1935'de), Lawrence, Eric Kennington'a, Moreton, Dorset'ten şu yazıyı gönderiyordu:
"... Ne yaptığımı merak ediyorsunuz. Gerçekte ben de merak ediyo­rum. Görünürde günler doğuyor, güneşler parlıyor, akşamlar geli­yor, sonra uykuya yatıyorum. Ne yaptığım, ne yapmakta olduğum, ne yapacağım beni merak ettiriyor, şaşırtıyor. Sonbaharda kendi ayağnızdan düşen bir yaprak oldunuz mu ve bu sizi şaşırttı mı? Beni işte bu duygular sarıyor"(48).
1929 yılı Haziranında, adı bilinmeyen bir gazeteciye dertlerini şöyle yan­sıtmıştı:
"... Politikadan, Doğu'dan ve entelektüellikten usandım. Yarabbi, o kadar yorgunum! ölmek en iyisidir, çünkü borazanın sesi duyul­maz. Kendi günahlarımı ve dünyanın yorgunluğunu unutmak iste­rim"(49).
Lawrence'ın bu ölüm dileği, 19 Mayıs 1935'de gerçekleşiyordu. O gün, bir telyazısı göndermek amacıyla, Brough tipindeki motosikletiyle Bovington Camp'a gidiyor; kendi evi olan Clouds Hill'e dönerken, yolda bir kaza geçiriyor, motosikletinden fırlayarak beyninden ağır surette yaralanıyordu. Hastahaneye kaldırılan Lawrence, altı gün komada kalıyor ve 19 Mayıs Pazar sa­bahı, saat 8'de kalbi duruyordu. Dorset ilinin Moreton köyündeki bucak kili­sesine bitişik mezarlıkta gömülüdür. Oldukça basit bir cenaze töreni yapıl­mış; buna en yakın dostları katılmıştır(50). Onlar arasında, tabutu taşıyanların başında Sir Ronald Storrs bulunuyordu. Storrs, kaleme aldığı Orientations (Hedefler) adlı yapıtında(51), 1919-20 kışında Lawrence'ı efsaneleştirmeye çalı­şan Amerikalı gazeteci Lowell Thomas gibi(52) ebedileştirmeye çalışmıştır.
Lawrence, kişiliği, karakteri ve maceraları bakımlarından çok eleştiril­miştir. Arabistan'daki Haşimi ayaklanmasını küçümsememekle birlikte, Lawrence'ın yayınladığı Seven Pulars of Wisdom (Hikmetin Yedi Sütunu) adlı yapıtında, bu ayaklanmanın önemini, ayaklanmadaki kendi rol ve katkısını büyük ölçüde abartmış olduğu Öne sürülmüştür. Richard Aldington, 1955'de Londra'da yayınlanan Lawrence of Arabia (Arabistan'ın Lawrence'ı) adlı yapı­tında, Lawrence'ın dürüstlüğünü kuşkuyla karşılar ve onun anlatmış olduğu hikayelerin "sahte ve övüngen - kendi kendine önem vermiş bir egoistin megalomanisi" olduğunu öne sürer(53).
Bu görüşü destekleyen çok kanıt vardır, örneğin, Lawrence, İngiliz Kralı V. George'la görüşürken, "genellikle modern Türkiye'nin kurucusu sayılan meşhur Mustafa Kemal'e, bir zamanlar ateş ettiğini, ama kurşunun, onun yanında duran bir kurmay subayına isabet ettiğini(54) söylüyordu, öte yandan, 1926 yılı Nisanında İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden W. G. Childs'a yaptığı bildirilen açıklamada, "1918 yılı Eylülünde, acayip bir rastlantı sonunda, Mustafa Kemal Paşa ile birkaç görüşme yapmış olduğunu ve Türk savaş amaçlarının, konuşulan konular arasında bulunduğunu" iddia ediyordu(55). Bu iki hikâye, ne ilgililerce ve ne de resmen doğrulanmıştır.
Lawrence'la İngiliz yönetiminin Necd'de yükselmekte olan "daha sabit ve daha makul" Önder olarak Abdül Aziz Bin Suud yerine, Arabistan'da Şerif Hüseyin İbn-i Ali'yi desteklemekle "yanlış ata bahis koydukları"nı da öne sürülmüştür(56). Arap ayaklanması sırasında Mezopotamya (Irak)'da İngiliz si­yasi memuru bulunan Sir Arnold Wilson, Hindistan Bakanlığına bağlı öteki­lerle birlikte, Lawrence'ın ve Arap Bürosu'nun çalışmalarını çok eleştiriyor­du. Wilson gibi siyasi memur olarak Mezopotamya'da görev yapan St. John Philby da, onun bu görüşlerine katılıyor ve Lawrence'la Arap Bürosu'nun Hüseyin'i değil, İbn-i Suud'u desteklemeleri gerektiğine inanıyordu. Philby'ın görüşünce, Lawrence'ın eserini gösteren tek abide, tahrip edilen Hicaz demiryolunun kalıntıları idi(57).
Robert Lacey, 1981 yılında Londra'da yayınlanan The Kingdom (Krallık) başlıklı yapıtında, Lawrence'ın Arapları aldattığını iddia edecek kadar ileri gitmektedir. Kanıt olarak, Lawrence'in Seven Pillars of Visdom (Hikmetin Ye­di Sütunu) adlı yapıtının önsözünde yapmış olduğu şu açıklamayı öne sürer:
"...(İngiliz) Kabinesi, daha sonra Araplara Özerklik verileceği kesin sözleriyle onları bizim için çarpışmaya ayaklandırdı. Araplar, kuru­luşlara değil, kişilere inanırlar. Beni, İngiliz yönetiminin özgür bir ajanı olarak gördüler ve benden, o yönetimin yazılı vaadlerini onayla­mamı talep ettiler. Böylece, bu komploya katılmak zorunda kaldım ve sözümün değeri ne ise, onlara, ödüllerini alacakları yolunda güvence verdim.
Savaşı kazanırsak, bu sözlerin yerine getirilmeyeceği (kâğıt üzerinde kalacağı) ta başlangıçtan belli idi ve ben, Arapların dürüst bir danışmanı olsaydım, onlara, bu gibi şeyler için çarpışarak hayatlarını tehlikeye sokmamaları; evlerine dönmeleri öğütünü verirdim. Doğu da ucuz ve süratli bir zafer kazanmamız için Arap yardımının gerekli olduğuna ve kaybedeceğimize, sözümüzde durmayarak kazanmamızın daha iyi olacağına inanarak, bu hile­nin tehlikesini göze aldım.
Lawrence, Arap halkını bu biçimde aldattığı için, aşağıdaki demecinde de yansıttığı gibi, daha sonra pişmanlık duymuştur:
"(Araplarla) ateş altında iki yıllık ortaklığımız sırasında bana inanma­ya ve hükümetimin de, benim gibi, içten olduğunu sanmaya alıştılar. Bu ümitle kimi iyi işler başardılar, ama, pek tabiî olarak, birlikte başar­mış olduğumuz işlerden gurur duyacağıma, sürekli ve acı biçimde utanç duyu­yordum"(58).

BELGELERBelge No. 1 Lawrence Arap giysisi içinde
Belge No. 2 Lawrence'ın fotoğrafı
Belge No. 3 Arap ayaklanmasını saptayan İngiliz haritası
Belge No. 4 Lawrence'ın gerilla savaşlarını gösteren ve bizzat kendisi tarafından çizilen harita
Belge No. 5 Lawrence'ın İngiliz yönetimince nasıl kullanıldığını gösteren, Paris, 3 Eylül 1919 tarihli özel ve gizli mektubun fotokopisi
Belge No. 6 ve 6 A ... Lawrence'ın 1919 yılı Eylülünde İngiltere Dışişleri Bakanlığına gönderdiği ve Mustafa Kemal'den de söz eden yazısının fotokopisi








Dipnotlar
1   Robert Lacey, The Kingdom (Krallık), Londra 1981, s. 119.
2   Ronald Storrs, OrientaUons (Hedefler), Londra 1945, ss. 152-6.
3   Lacey, op. cit., s. 182.
4      İmpact International: "Can't buy peace througy supplication" (Yalvarmalarla banş satın alınamaz), 15:19, Londra, 11-24 Ekim 1985, s. 9.
5   David Holden ve Richard Jones, The House of Saud (Suud Hanedanı), Londra 1981, s.
6   Bkz. Richard Aldington, Lamenct of Arabia: Bıogrophkal Enauiry (Arabistan'ın Lavvren-ce'ı: Bir Biyografik Araştırma), yeni baskı, Londra 1969.
7   Bkz. H. Montgomery Hyde, Soiitary in tht Ranks : Lcavrenct of Arabia as anman and prtvatt soldür (Rütbelerde Tek Başına : Arabistan'ın Lawrence'ı havacı ve alelade asker), Londra 1977.- 37-
8       Tht Guardian, Londra, 20.5.1985.
9 David Gamet (cd.), The ietters of T. E. Latorence of Arabia (Arabistan'ın T. E. Lavvren-ce'ının mektupları), Londra 1964, s. 40.
10    Ibid., s. 15a.
11    Ibid., ss. 163 ve 181.
12   Belki, Osmanlı İmparatorluğunu bölmek amacı güden savaş sırası gizli anlaşmalarını önceden sezmişti.
13    Garnett, op. cit., ss. 185-6.
14   Ibid., ss. 181-2.
15   Ibid., s. .94.
16   Ibid., s. 197.
17    Ibid., ss. 201-2.
18    Holden ve Jones, op. cit., ss. 33 ve 52.
19 Lacey, op. cit., ss. 119-20.
20 İngiltere Dışişleri Bakanlığı belgeleri : FO 371/3384/183770, P. I. D. "Kral Hüseyin'le ilgili İngiliz üstlenmeleri hakkında andın", gizli, tahminen 5.11.1918; ayr. bkz, FO 371/22108/ 146/18. 153045/15, telyazısı no. 623; 174974/17; ve George Anionius: Tht Arab Atvakmtng: ihr story 0/ tht Arab natu>nal movment, (Arap Uyanması .Arap ulusal akımının hikâyesi), Londra 1938.
21    Garnett, op. cit., s. 210.
22   Ibid., s. 265.
23   Ibid., s. 183; ayr. bkz.: Lawrence'ın Seven PiUars of Wisdom (Hikmetin Yedi Sütunu) adlı yapıtının önsözü.
24   Garnett, op. Cİt., S. 238.
25   Ibıd., s. 244.
26   Ibid., s. 246.
27    Ibid., s. 254.
28    Ibid., s. 256.
29   İngiltere Dışişleri Bakanlığı belgeleri : FO 371/3384/171983: Reginald VVingate'ten Arthur James Balfour'a gizli yazı no. 219, Ramleh, 21.9.1918, ilişikte, Hicaz Kralının Mekke'den gönderdiği 28.8.1918 tarihli mektubun İngilizce çevirisi.
30   Garnett, op. cit., s. 258.
31 Hyde, op. cit., s. 19.
32 Garnett, op. cit., ss. 261-3. 33 Ibid., s. 284.
33 Gam en, op. cit., ss. 294 ve 307-8.
34 İngiltere Dışişleri Bakanlığı belgeleri: FO 37V4236/E 129405.
35 Garnett , op. cit. ss. 294 ve 307-8
36   Ibid., ss. 316-7.
37   Ibid., ss. 323, 328-9.
38 İngiltere Dışişleri Bakanlığı belgeleri: FO 371/6350/E 4509.
39 Garaett, op. tit., s. 332.
40   Ibid., ss. 342-3.
41    Ibid., s. 346.
42 Ibid., ss. 351-3.
43 Ibid., s. 577.
44   Ibid., s. 599.
45   Ibid., ».671-2.
46   Ibid., 1.693.
47   Ibid., s. 831.
48   Ibid.,s.87ı.
49   Ibid., s. 351.
50   Ibid., ss. Ş72-3.
51    Storre, op. cit., ss. 453-4.
52   Hyde, op. cit., s. 24.
53 Lamrence of Arabia (Arabistan'ın Lawrence'ı), Londra 1955, s. 820.
54   Hyde, op. cit., s. 19.
55   İngiltere Dışişleri Bakanlığı belgeleri : FO 371/215/L 2540: W. G. Childs'ın kaleme aldığı andın, Londra, 20.4.1926.
56   Lacey, op. cit., s. 123.
57   Ibid., s. 144.
  ----------------------
- BELLETEN, 199, Cilt: LI - Sayı: 199 - Yıl: 1987 Nisan
TTK.